Sayfalar

Çarşamba, Temmuz 16, 2008

Altgeçit


Geçen yıl, gene bu zamanlarda sanırım, Ankara’daydım. Ufak bir aile ziyareti.. Büyükannemin evinde kalıyordum; ama habersiz, aramadan sormadan geldiğimden onu da kaçırmıştım malesef. Meğer bizimki çoktan yazlığa kaçmış. Gerçi bu yazın bir türlü gelmediği bir yıldı. Sonbahar yağmurları sırasında ufak bir takılma olmuş, bir daha da yağmur dinmemiş, kış ilkbahar yaz hepsi uzuuuun bir sonbahar şeklinde geçmişti. Ama insan alışıyor herşeye...

Hazır Ankara’ya gitmişken büyükanne de yok diye eski arkadaşlarımı ziyaret ediyordum ben de. Gene bir akşam bir ev gezmesinden dönerken, saat de geç olmuştu artık, arkadaşım bana fikrimi sormaksızın telefonla duraktan taksi çağırmaya yeltendi. Telefonu açıp “İyi geceler arabanız var mı?” diye sordu. Karşı taraf uykulu bir sesle “var, ne yapacaksınız” dedikten sonra anladık ki yanlış numarayı çevirmiş. İşte güldük ettik falan, sonra dedim ki boşver taksiyi, şurdan şurası, yürürüm zaten, olmadı metroya binerim. Olur mu yahu, saat geç oldu, şöyle böyle derken ısrar kıyamet gene çağırdı taksiyi. Taksiye verecek param yok diyemedim ben de, insan kolay kolay söyleyemiyor böyle şeyleri. Zaten niye söyleyeceksin. Herneyse... Taksi geldi ben bindim, azıcık ilerledikten sonra da bir bahane bulup indim. Yani cebimde taksiye yetecek para vardı ama o sıralarda biraz tutumlu olmam gerekiyordu, öyle diyeyim.

İndim yürümeye başladım, inceden bir yağmur yağıyordu, ortalık serinceydi. Çocukluğumun mahallesinde boş caddelerde yürürken yeni açılmış dükkanlar farkettim. Her geldiğimde biraz daha değişmiş buluyordum bu şehri. Heryer üstgeçit ve altgeçitlerle dolmuştu şimdi. Gerçi ne kadar değişirse değişsin, artık her köşebaşı bir başka anının tetikçisiydi benim için, flashback’lerle doluydu tüm sokaklar. Şurada şunu yapmıştık, hani şurada oturmuştuk, burada şöyle olmuştuk, falan filan. Çocukluğum, ilkgençliğim, üniversite, aşk, eğlence, macera, hüzün. Otuziki kısım tekmili birden..

Pazara giden yolun oraya şimdi bir park yapmışlar. Abuk subuk sahte kayalar koymuşlar her yanına. Sonra bir de yeni metro hattı yapılmış. Yağmur gitgide hızlanırken jandarma lojmanlarıyla parkın arasındaki dar geçitten metroya doğru ilerledim. Yürüyen merdivenler çalışmıyordu, yürüyerek indim; oldukça karanlıktı aşağısı. Basamaklar bitince dar bir koridor çıktı önüme. Bu metro girişine çıkan bir altgeçit olmalıydı. Sahte kayaları anlamıştım da bu kadar izbe bir metro istasyonu olamazdı herhalde. Birkaç adım daha attıktan sonra açık bir kapıdan geçtim ve daracık köhne bir odada buldum kendimi. Hırpani kılıklı iki oğlan vardı içeride, neye uğradığımı şaşırdım hemen geri çıktım odadan. Oğlanlardan bir başını uzatıp sigarasından bir duman üflerken “Geç abla geç, bu taraftan metro”, dedi. Tekrar başımı içeri uzattım, sağda bir divan vardı. Duvarlarda yarış arabası posterleri, mayolu kadın resimleri... Bir küçük masa üzerinde setüstü ocakta çay kaynıyordu. Diğer çocuk da parmakları kesik eldivenli, kirden kapkara ellerini çaydanlığın altına doğru uzatmış ısıtmaya çalışıyordu. Şaşırmıştım çok ama fazla bozuntuya vermeden yanlarından geçtim, odanın diğer yanında aynı şekilde bir başka kapıdan çıkıp yürümeye devam ettim. Ne yani belediye şimdi de insanların evlerinden alt geçit mi geçirmeye başlamıştı? Ya da altgeçitlerin kenarını köşesini kiraya mı veriyorlardı? İnsanlar parasızlıktan böyle dip köşe nereye bulurlarsa yerleşiyorlardı belki de..

Odadan çıkınca gene merdivenler vardı karşımda. Ama daha geniş, büyük merdivenler. Floresan lambalardan biri cızırdıyor, metal merdivenlerde attığım her adım fayans kaplı duvarlarda çınlayarak yankılanıyordu. Bir şehir bu kadar mı çirkinleştirilir... Derken gürültüler çoğaldı ve daha arkama bakmama fırsat kalmadan 4-5 tane tinerci çocuk etrafımda bitti. Hem itişip kakışıyor bir yandan da ellerindeki bally dolu poşetleri, tiner dökülmüş bezleri kokluyorlardı. Bir tanesi zor ayakta duruyordu.Birden sağıma soluma dokunmaları, çantamı kıyafetlerimi çekiştirmeleri kanımı dondurmaya yetmişti. “İmdat” diye bağırmak istedim ama çığlık yerine tonu kaçmış, duyulmayacak kadar zayıf bir ses çıktı boğazımdan. Daha sözcüğü tamamlayamadan gerisi boğazımda eridi gitti. Allah seni kahretsin, ne var, taksiyle gideydin... Cimriliğim ve aptal cesaretim yüzünden herhalde bu gece ölecektim ya da başıma korkunç birşey gelecekti, gelmekteydi... Aralarından bir tanesi yaşça bayağı büyüktü, elebaşı da oydu sanırım. Eteğimi tuttuğu gibi kaldırıp “Aaaa, bakın miki de burdaymış!” diye bağırdı, diğer çocuklar kahkahalarla gülmeye başladılar. Çocuğu itip birkaç adım geriledim, korkudan bacaklarım titriyordu. Ama itmemle onun da tekrar üstüme atılıp çektiği bıçağı yüzüme dayaması bir oldu. Artık yerde dizlerimin üzerindeydim. Diğer elindeki bezden gelen keskin tiner kokusu burnumu acıtıyordu. Çocuk başımı ellerinin arasına alınca dreadlock saçlarımı farketmiş ve çok şaşırmıştı. Elleriyle tek tek dread’lerimi tutup kaldırıyor, birer birer inceliyordu. “Oğlum bu ne lann! Saça bak!” Diğerleri de başıma toplandılar ve saçlarımla oynamaya başladılar. Sakin olmalıydım. Agresif hareketlerin bir faydası yoktu, sesimi çıkarmadan öylece durdum. Diğerleri saçlarımla oynayıp kikirdeyip gülerken elebaşı dediğim büyük olanı basamaklara oturdu, cebinden plastik tiner şişesini çıkardı. Avucunda büzüşmüş duran bezi açıp düzeltirken farkettim ki bu bir Türk bayrağıydı. Ne düşüneceğimi bilemedim o anda. Bayrağı güzelce tinere buladıktan sonra gene buruşturup avcuna aldı, koklamaya başladı. Sanki bu çocuğu bir yerden tanıyorum gibi de gelmeye başlamıştı, ama nereden?

O gaz vermeyince diğer çocuklar da sakinleşmişlerdi. Ben oturduğum yerde, gözlerim çocuğun elindeki bayrağa takılmış duruyordum. Sonra birden hatırladım: “Seni ilk gördüğümde manavın önünde patenle kayıyordun...” Tabii ya, bu çocuğu gerçekten tanıyordum ben. Lisedeyken sürüler halinde Ankara’nın sokaklarında takılıyorduk. Yüksel Caddesi: Bir Alt Kültür gibi araştırma kitaplarına konu olan bir gençlik hareketi yaşanmıştı o zamanlar. Hareketten kastım hergün caddede toplanırdık, şaraplar alınırdı, görevli timler reçetesiz rüya gördüren ilaçları almak için eczanelere yollanırdı. Büyük ölçüde sokaklarda yaşadığımız için sokak çocuklarını da tanır olmuştuk. Kemal de bunlardan biriydi. İşte okullar açıldı Kemal tineri bıraktı. Babası dövüyordu zaten, ablasını da dövüyordu. Kemal onu dövemiyordu bi türlü, gene sokağa döndü. Annesi yeni önlük çanta kuruboya aldı Kemal gene okula başladı... Okul ve sokak arasında gidip geliyordu, aralara da bolca bally sürüyordu. Biz sokakta olduğu zamanlarda aklımızca nasihat veriyorduk ona, yapma etme, okulunu bitir diye. O zaman Kemal ilkokula gidiyordu. Biz kendimizi adam sanıyorduk, atıp tutuyorduk şöyle yap böyle yap diye ama biz de çocuktuk işte. Bir gün Nickys’in karşısında duvarın üstünde otururken Kemal de oradaydı. Siyah önlüğü leş gibiydi, tiner döktüğü beyaz yakası avcunun içindeydi. Diğer eliyle cebinden buruşuk bir defter sayfası çıkarıp bana uzattı. Kargacık burgacık elyazısıyla kurşun kalemle bir şiir yazmıştı kağıda. Şöyle başlıyordu: “Seni ilk gördüğümde manavın önünde patenle kayıyordun...”

Ne diyebilirim şanslıydım işte, çünkü Kemal de beni hatırlamıştı, şu küçük şiir sayesinde... Dönüşte metro girişini bulamadım... Merdivenler labirent gibi tuhaf dehlizler arasında uzayıp gidiyordu. Tekbaşıma çıkışı da bulamazdım ama Kemal ve arkadaşları bana yolu gösterdiler. O fare deliği gibi acayip geçitleri, altgeçitleri, üstgeçitlere bağlanan merdivenleri, merdivenlerin çıktığı koridorları avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Bayağı bir inip çıkıp dolandıktan sonra sonunda geniş bir parka vardık. Yüksek demirlerin üzerinden atlayıp anacaddeye çıktık. Hala yağmur yağıyordu, caddeler ıslaktı. Kemal cebime biraz para koydu ve bir taksi çevirdi yoldan. Ben de burnumu son kez Türk bayrağına bastırdım. Eve vardığımda artık ben de biraz tinerciye benziyordum. Yağmurdan, itilip kakılmaktan, yerlerde sürünmekten, duvarlardan atlamaktan her tarafım leş gibi olmuştu ve fena halde başım ağrıyordu. Banyoya girecek halim bile yoktu. Yatağı kirletmeyeyim bari diye salondaki koltuklardan birine yığıldım. Çocukluğumdan kalma yün battaniyem artık kısa kalıyordu, bacaklarımı kendime doğru topladım. Babaannemin elde ördüğü battaniye, beni ayağında salladığı zaman üstüme örttüğünde nasıl kokuyorsa şimdi de öyle kokuyordu.

Sona ©, 16 Temmuz 2008

Hiç yorum yok: