Sayfalar

Pazartesi, Ocak 05, 2009

FULYA TİLKİ



FULYA TİLKİ
Sona


Güneş gitgide tepeye yaklaşırken geniş, güçlü ve şefkatli ışığıyla ormanı izliyordu. Sık ağaçlar arasından süzülerek parçalara ayrılıyor, serin gölgelerle yavaşça yer değiştirerek ormanın içinde dolaşıyordu. Hayvanlar bir bir dere kenarına yıkanmaya ve su içmeye geliyorlardı. Ormandaki yaşamımızın en mutlu ve aynı zamanda en korkulu zamanları su başında geçiyordu. Yavru hayvanlar suyun içinde oynarken bir an olsun gözümüzü üzerlerinden ayıramazdık. Kendimizi günün bu en güzel saatinde birazcık bıraksak, keyfe dalıp dikkatimiz dağılsa büyük bir pençeye av olmamız an meselesiydi. Bir anlık bir dalgınlık ormanda ölüm demekti.

Elbette bir iş birliği ve bir düzen vardı. Kuşlar ve geyikler daima suya birlikte gelir, kuşlar su içerken geyikler timsahları gözlerdi.Yalnız bir geyik yavrusu kardeşlerinden azıcık uzaklaşsa porsuklar timsahlara haber uçururdu. Biz de vahşi büyük hayvanların geldiğini gördüğümüz anda ağaçta bulduğumuz ceviz, yaprak, kozalak ne varsa aşağı atar diğerlerine haber verirdik. Yaban domuzları, kara ayılar, çakallar... Görebildiklerimizi elbette. Bunların en korkuncu ise kaplanlardı. Onları bunca tehlikeli yapan şey hızlı ve güçlü olmalarından çok, son derece sessiz hareket edebilmeleriydi. Bundan kötüsü ise bu keyfine düşkün hayvanların düzensiz ve plansız yaşamalarıydı. Daha doğrusu düzenlerini sık sık kafalarına göre değiştirmeleri. Bir yıl boyunca hergün aynı yerde aynı saatte toplandıktan sonra bir gün birden bire bölgelerini değiştirebilirlerdi. Ne zaman avlanacaklarını kestirmek imkânsızdı. Üstelik bazen aç oldukları için değil eğlence için, ya da yavrularını eğitmek için de ava çıktıkları olurdu. Ya da dişileri etkilemek için. Kaplanların yıkanıp güneşlendikleri kendilerine ait bir bölgeleri vardı ve başka kimse buraya girmezdi. Onlar uzun uzun yıkandıktan sonra güneşin altında göbeklerini ısıtıp zevk içinde yayılırlardı. Yavruları ise saatlerce ama saatlerce bıkmadan usanmadan oyun oynardı. Bir sağa bir sola hoplayarak dansederler, birbirlerini kovalarlardı. Küçük kardeşlerini gizlice izleyip, sessiz sessiz ardından yaklaşıp bir anda üzerine atlayıverirlerdi. Sonra yumuşak yosunların üzerinde yuvarlan baba yuvarlan. Böylece o küçük bacakları kuvvetlenir, avlarının peşinden zikzaklar çizerek kovalamayı, su başındaki geyiklere sezdirmeden bir anda sırtlarına binmeyi öğrenirlerdi.

Kaplanlar yokken bile sıksık onları düşünürken buluyordum kendimi. Gene dalıp gitmiştim işte. Dere kenarı herzaman olduğundan da kalabalıktı bugün. Ceylanlar su içiyor, terzi kuşları yuvalarını dikmek için yaprak topluyordu. Pek ortalıkta görünmeyen pangolinler bile ailecek gelmişlerdi bugün. Bir tavuskuşu rengarenk uçuşan kelebeklere nispet olsun diye açtığı kuyruğunu sallaya sallaya dolaşıyordu ortalıkta. Sanki birlikte olmanın verdiği neşe bizi vahşi hayvanlardan da koruyacak bir müjde gibi ormana yayılıyor, yeni yeni hayvanlar subaşına akın ediyorlardı. Aslında ben kalabalıktan pek hoşlanmam. Daha doğrusu kalabalığın içinde olmayı değil, onları yukarıdan, ağaçların tepesinden izlemeyi severim. Mecbur kalmadıkça atlayıp zıplayan biri de değilim ama gerekirse hızlı olabilirim. Kendimi yormaktan hoşlanmam, öyle diyeyim. Yapraklar, kökler, meyveler ve taze çiçeklerle beslenirim. Hiç olmadı ağaç kabuğu ve reçineyle idare ederim. Gece de ağaçta uyurum zaten, mecbur kalmadıkça yere inmem, o da su içmek için. Yere attığım meyvelerle hayatta kalan çok hayvan vardır, bunu gururla söyleyebilirim. Leoparlar ve ayılar geldiğinde çığlığı basıp ağaçta ne bulursam yere atarak da çok hayat kurtarmışımdır. Gene de bir karşılık beklemem. Kimse beni rahatsız etmesin yeter. Ama onları dere kenarında böyle neşeli görmek benim de keyfimi yerine getirmişti. Suyumu sabaha karşı ortalık sakinken içerim ama şimdi neredeyse benim de gündüz gündüz bu kalabalığa karışasım gelmişti. Fakat çok üşendim. Sırtımı bir dala yaslayıp uzandım. Dünden yarım kalan ardıç kökünü kemirmeye başladım. Gözlerimi güneşe dikip sonra birden kapatınca kocaman kırmızı turuncu yuvarlaklar dönmeye başlıyor hep. Onlarla oynamak benim en büyük keyfim. Kara suratıma güneş vurmasına da bayılırım zaten. Sanki kış için depolayabilecekmişim gibi bu sıcağı kana kana içmek isterim. İşte tam gözlerimi kapatmış güneşin ışıklarıyla oynayacakken birden bire ortalık sessizleşti. Bir anda içim ürperdi. Ağaçtan aşağıya baktığımda bütün hayvanların taş kesilmiş, öylece durduğunu farkettim. Güneş gitmiş, ortalık birden serinlemişti. Bütün hayvanlar kıpırtısız, aynı yöne bakıyorlardı. Suyun biraz yüksekten aktığı kayalıkların orada bir beyazlık gördüm. Küçük bir hayvandı bu. Doğrusu benim de aklım başımdan gitti. Daha önce hiç böyle bir hayvan görmemiştim, bembeyaz, tüylü birşeydi. Bu ormanda beyaz hayvan olmazdı, yaşayamazdı çünkü koyu yeşilin içinde gizlenme şansı yoktu. Kuşlar hariç elbette. Ama onların bile hiçbiri tamamen beyaz değildi.

Bizler yeni bir tür görmeye alışık değiliz. Yüzlerce tür yaşar bu ormanda, ancak yeni bir türün ortaya çıktığı görülmüş değildir. Bu şey ise bembeyaz, uzun ve uçuşan ipeksi tüyleriyle dere kenarında başını uzatmış su içiyordu, hem de arada başını kaldırıp sağı solu izlemeden, korkusuzca... Suyunu içti içti içti, sonra da yumuşak yosunların üzerinde kendi etrafında dönerek güzelce bir yerleşti, kıvrılıp yattı ve gözlerini kapadı. Besbelli uyuyacaktı. Kaplanlardan başka hiçbir hayvan dere kenarında uluorta uyumazdı, bu şey ya çok cesurdu ya da deli..

Hayvancık şöyle bir içini çekip basbayağı uyumaya başladığında diğerleri de rahat bir nefes aldı. Belli ki bu şey kendilerine saldırmaya niyetli değildi. O sırada güneş bulutların arasından çıkmış, tekrar ortalığı ısıtmaya başlamıştı. Yavaş yavaş kalabalığın sesleri gene ortalığı sarmaya başladı. Korkudan kıvrılıp toparlanmış, sert pullu sırtlarıyla büyük birer kozalağı andıran pangolin ailesi tekrar açılmış, karıncaların peşine düşmüştü. İki ayak üzerinde doğrulup kulak kesilmiş, beyaz şeyi uzaktan izleyen yaban tavşanları tekrar zıplamaya başladılar. Ben ise ağacın tepesinde kıpır kıpırdım. Meraklıyımdır. Ve bilirim ki en büyük zaafım budur. Bunu bildiğim için de huzursuzdum tabii. Bir sağa bir sola dönüp duruyor, ama gözlerimi tüylü beyaz hayvancıktan ayıramıyordum. Bir yandan aşağı inip şuna bir bakmak istiyordum, bir yandan da korkuyordum. Zaten bugün herşeyde bir tuhaflık vardı, bütün hayvanlar şu bilinmez ormanda sanki hiçbir tehlike yokmuş gibi korkusuzca ortalıkta salınıyor, neşeyle hoplayıp zıplıyor keyif çatıyordu. Bu da yetmezmiş gibi tanımadığımız yepyeni bir tür çıkagelmiş, güpegündüz herkesin ortasında uyuyordu.

Gerçekten meraktan çatlıyordum, tabii biraz da üşeniyordum. Ama üşengeçliğimi altedecek tek şey varsa o da merakımdı. Zaten kabileden kovulmamın sebebi de bunlardı. Oldukça kısa süren bir liderlik döneminin ardından resmen dışlanmıştım. Dışlananların kurduğu 3-5 kişilik gruplara katılacak değildim. Şikayetim de yoktu ama artık beni merakımdan alıkoyacak bir sebebim, besleyip korumam gereken yavrularım da yoktu. Liderlik peşindeki genç irisi benim de benden önceki lidere yaptığım gibi tüm yavrularımı öldürmüş, sonra da teke tek bir kavgada beni herkesin gözü önünde rezil edene kadar dövmüş, üstüne de bir güzel alay edip kovmuştu. Bu saatten sonra artık başıma gelebilecek daha kötü birşey kalmamıştı sanırım.

Sonunda merakıma karşı koymaktan vazgeçtim. Bu acayip beyaz hayvana daha yakından bakmak istiyordum, nereden geldiğini, ne olduğunu öğrenmek. Aşağıdaki kalabalığa karışmaya hiç niyetim yoktu elbette. Dallar ve sarmaşıklar arasından atlayıp zıplayarak beyazın yattığı açıklığa en yakın ağaca attım kendimi. Bir süre de bu ağaçtan izledim onu. Bir çakal boyundaydı. Onun da dört ayağı vardı, ama onlar gibi çirkin değildi. Hatta çok.. güzeldi. Böyle kusursuz bir beyazlığa ilk kez şahit oluyordum, adeta büyülenmiştim. Daha da yaklaşmak için aşağı uzanan dallardan birine doğru sarktım. Hayatımda ilk defa bu kadar uzun tüyler görüyordum, ormanımızda kimse böyle tüylere sahip değildi. Uzun, ince, yumuşacık tüylerdi bunlar. Sanki uçlarına doğru şeffaflaşıyor, en küçük bir esintide uçuşuyorlardı. Biraz daha yakından bakmak istedim çünkü kuyruğunu çok ama çok merak etmiştim. Kıvrılıp yatmış, kuyruğunu da bacaklarına dolamıştı, tam göremiyordum ama o da beyazdı. Böylece biraz daha aşağı sarktım, derken biraz daha.. Artık kuyruğum ve ayaklarımla dala tutunmuş tepe taklak sarkıyordum daldan. Kuyruğunun ve arka ayaklarındaki kurumuş çamurun kokusunu içime çektim ama nereden geldiğini tam anlayamıyordum. Fakat güzel kokuyordu. Tam o sırada kuşun biri ağaçtan bir dalı kopardı ve dal ucundaki koca cevizle tak diye aşağı indi, o sesi duyar duymaz ben de kendimi hızla yukarı çektim ama beyaz hiç oralı olmamıştı. Şimdi düz bir şekilde dala tutunmuş aşağı bakıyordum. Şöyle bir titredi, gerindi ve kısık gözlerle güneşe bakıp esnedi. Uyanıp yukarı baktığında gözgöze geldik.

Merhaba, dedi bana. Merhaba, diye cevap verdim. Şaşırmıştım. Ormanda böyle beyaz, pırıl pırıl, temiz, nazik ve korkusuz bir hayvan daha görmemiştim. Bana bakıp gülümsedi ve ayağa kalktı. Dört ayak üzerinde duruyor, kocaman ve pofuduk kuyruğunu neşeyle sallıyordu. “Ne yapıyorsun o ağacın üstünde?” diye sordu bana. “gelsene aşağıya!”. “Sen de ağaca çıkabilirsin, itiraz etmem” dedim.

Anlaşılan ağaçlara tırmanamıyordu. Zaten biraz çıtkırıldım bir hali vardı. Bilekleri incecikti. Artık buraya kadar gelmişim, ne olacaksa olsun diye düşünüp ağaçtan aşağı atladım. Sağı solu kestim, neşeli kalabalık hala ortalıkta dolanıyordu, bütün hayvanların keyfi yerindeydi. Beyaz’la beni yanyana görünce onun da zararsız olduğuna kanaat getirmiş, işlerine eğlencelerine bakıyorlardı. Önce koklaya koklaya etrafımda dolandı. “Güzel kokuyorsun” dedi. “Hele sen,” dedim “derenin beyaz köpükleri gibi kokuyorsun, mis gibi...”. “Hadi oynayalım” dedi ve koşmaya başladı, ben de arkasından.

Beyaz çok hızlıydı, nefesimiz kesilene kadar atlayıp zıpladık, kuşları ve kelebekleri kovaladık. Sonunda bir kütüğün üzerinde oturup biraz nefes alayım dedim, koşmaktan canım çıkmıştı. O da gelip karşıma, yere oturdu. Ön ayaklarını birleştirip ileri uzatmış, çenesini de patilerine dayamış bana bakıyordu. Kocaman beyaz kuyruğunu tatlı tatlı sallıyordu. Sanki birşey söyleyecekmiş de nasıl diyeceğini bir türlü kestiremiyormuş gibiydi. Sonunda yutkunup “Sen nesin?” diye sordu bana. “Ben bir langurum,” dedim. “peki sen nesin?” Bunu sormamla beraber yüzüne muzip bir gülümseme yerleşti ve gururla cevap verdi; “ben bir langurum”. O anda gülmeye başladım “haha ha, langur mu? Seni hiç langura benzemiyorsun ki..” Bir anda yüzü asıldı. “Ama,” dedim “ağaçlara tırmanamıyorsun, hep dört ayağının üstündesin, ve bembeyazsın ve o güzel kuyruğun havalı havalı salınmaktan başka birşeye yaramıyor sanırım.” Gözlerini yere çevirdi, sessiz ve küskün öylece duruyordu. Kuyruğunu sağ ayağına doğru kıvırmıştı şimdi. “Nereden geldin bu ormana?” diye sordum. Bakışlarını yerden kaldırmadan cevap verdi;

-Şimdi buradayım.
-Ama şimdi burada olmadan önce neredeydin?
-Şimdi buradaydım.
-Hep burada mıydın yani?
-Ben hep buradayım.

Bir türlü anlayamıyordum. Genç görünüyordu. Sivri kulaklarına ve koca kuyruğuna bakılırsa bu bir tilkiydi. Ama beyaz tilki olmazdı ki? Muhakkak yabancı biryerden gelmişti. Şimdi çok üzgün görünüyordu. O neşeli halinden eser kalmamıştı. Onu üzmeyi hiç istemiyordum. Herhalde bir çeşit tilkiydi. Beyaz tilki eşsiz ve özel bir varlık olduğundan habersizdi. Ve ben ona anlattım. Daha doğrusu uydurdum, çünkü başka çarem yoktu, çok mutsuzdu ve onu mutsuz görmeye dayanamıyordum.

“Senin gibilere fulya tilki diyorlar,” diye başladım anlatmaya. Bunu duyunca bir kaşını kaldırıp bana baktı. Sonra da yazdıkça yazdım. Bir yandan etrafında dolanıyor, bir yandan da anlatıyordum. Fulya tilkiler bu ormanda yaşamıyordu. Demek ki Beyaz başka bir yerden gelmişti. Çünkü bambaşka bir orman daha vardı, onlar orada yaşıyorlardı. O ormanda da çeşit çeşit hayvanlar vardı. Mesela kurbağa-kaplanlar bütün gün zıplayıp vıraklıyorlardı, zararsızdılar. Mavi geyikler suda yüzüyorlar, yumuşak kirpiler havada uçuyorlardı. Bütün hayvanlar barış içinde bütün gün oyun oynuyorlardı. “Evet evet, doğru” dedi Beyaz. “Ben de bütün gün şimdi oyun oynuyorum. Burada oynuyorum.” Artık neşesi yerine gelmişti, ben de devam ettim. Bambaşka Orman’da derelerden gökkuşağı akıyordu, bu derenin suyunu içen hayvanlar da rengarenk oluyorlardı. Sonra hepberaber huzur içinde uyuyorlardı. Domuzlar, ceylanlar, kaplanlar, sincaplar ve tabii ki fulya tilkiler. Ve en güzeli ama en güzeli, bu Bambaşka Orman’da hiç kış gelmiyordu. Bunu çok büyük bir gururla söylemiştim ama Beyaz pek etkilenmedi, çünkü kışın, soğuğun ne demek olduğunu bilmiyordu. Aslında neredeyse hiçbirşey bilmiyordu. Konuşmalarına bakılırsa sanki bu sabah bu ormanda doğmuştu, hem de bebek değil düpedüz genç olarak. Sanki hiç yavru olmamıştı, hiç büyümemişti, hiç acı ve ölüm görmemiş, bu sabah dere kenarında yer yarılmış o da olduğu gibi bembeyaz fırlamıştı dışarı, hop diye. Etrafımda dolaşıp duruyor, merakla beni dinliyordu; ben de ona fulya tilkilerin Bambaşka Orman’ın en ama en kıymetli canlıları olduğunu anlattım. Herkes fulya tilkileri çok severdi. Çünkü onlar neşeli, sevecen, iyi huylu ve bembeyaz hayvanlardı. Onlar kadar beyaz bir canlı daha yoktu yerin üstünde. Yerin altında da yoktu, suyun altında da yoktu, gökte de yoktu işte. Bunları anlatırken bir hayli vakit geçmiş, karnım guruldamaya başlamıştı. Dere kenarına doğru yürümeye başladık, bir yandan da ona Bambaşka Orman’ı anlatmaya devam ediyordum. Patilerini zarif ama hızlı bir şekilde birbirinin önüne atarak yanımda yürüyor, pofuduk kuyruğu hafif hafif sallanıyordu. İkimiz de yorgun ama neşeliydik, fakat saatlerdir birşey yememiştik, artık o da acıkmış olmalıydı. Bunları düşünürken sivri dişlerini, keskin pençelerini farkettim. İçimi bir ürperti kaplamış, bir korku düşmüştü şimdi. Beyaz “hadi biraz daha anlat, biraz daha” diye ısrar ediyordu ama tadım kaçmıştı, ne yapacağımı kestiremiyordum bir türlü... Dere kenarına geldiğimizde onu ilk bulduğum yerde durduk, biraz su içtik. Diğer hayvanlar gene kendi hallerindeydi, geldiğimizi görmüşler ama pek ilgilenmemişlerdi. Fulya tilki diye birşey yoktu elbette, ben uydurmuştum işte. Ama o kadar iyi huylu, o kadar masum, o kadar beyazdı ki... Başka birşey düşünmek istemiyordum, o bir fulya tilkiydi bundan böyle. Ama sivri dişleri aklımı karıştırıyordu; sanki sabahtan beri boncuk boncuk bakan o gözleri arada sırada açlığın verdiği başka bir renkle parlıyor gibiydi. Belki de bana öyle geliyordu ama emin olamıyordum işte. Bir yandan da anlat anlat diye tutturuyordu ama artık hayal kuracak bir halde değildim. Sabahki merakım gibi şimdi de korku içimde gitgide büyüyordu. Ben korktukça o daha da korkutucu görünüyordu gözüme.

“Fulya tilki”, dedim Beyaz’a, “artık yoruldum, daha ne anlatayım, şimdi burada oynuyoruz işte.” Biraz bozuldu çünkü uydurduğum hikayelere daha doymamıştı besbelli. Ben de şimdi, burada, oyun falan diye onun dilinden konuşup onu oyalamaya, vakit kazanmaya çalışıyordum. “Bak şimdi burada bu ormandayız. Bambaşka Orman’da değiliz. Bu ormandaki ilk beyaz tilki olduğun gibi, ilk vejetaryen tilki de sen olacaksın herhalde.” Bunu söylediğimde çok şaşırdı. Vejetaryen ne demektir bilmiyordu elbette. Zaten neyi biliyordu ki? Ama asıl bilmediği etobur bir canlı olduğuydu. Pençeleri incecik fakat uzun ve keskindi. Dişleri de sivri sivri parlıyordu. Şaşkın ve masum bakışlarla sorar gibi duruyordu karşımda... Ama ona cevap vermekten korktum, çünkü etobur olduğunu bilse, belki beni de yiyecekti. Belki sivri dişleriyle etimi parçalarken, o bembeyaz tüyleri kan kırmızı boyanacaktı, tıpkı diğer kızıl tilkiler gibi...

İkimiz de sessizdik, tek ses çıkmıyordu ağzımdan. O sırada Beyaz birden bire kıpırdandı, kulak kesildi. Havaya kaldırdığı tek patisinin pençeleri olduğu gibi ortadaydı, irileşen burun delikleriyle havayı kokluyordu. Korkudan taş kesilmiştim sanki, hareket edemiyordum. Birden gökyüzünden ağaç dalları, yapraklar ve cevizler düşmeye başladı, ağaçların tepesinde langurlar çığlıklar atarak ellerine ne geçerse aşağı atıyorlardı. Uzaklardan öfkeli bir erkek filin sesi geliyordu. Beyaz’ın vahşi tıslamasıyla kendimi ağaca atmam bir oldu ve ağaçların üzerinde deli gibi koşup atlayarak uzaklaştım oradan. Koştum, koştum, koştum... Bir daha da geri dönmedim. Günler ve gecelerce yürüdüm, sonunda başka bir bölgede küçük bir topluluğun yakınında yerleştim.

Aslında hayatımda değişen fazla birşey olmadı, mevsimler geçiyor ve ben hayatta kalmaya devam ediyorum. Ama ne zaman su içmeye dereye insem aklıma o büyülü, neşeli, tuhaf gün ve Beyaz geliyor işte... Bazen geleceleri dolunayın ışığında uyandığımda ağacın dallarından birinde durmuş sessizce beni izlediğini görüyorum, kuyruğu yavaşça salınıyor gözlerimin önünde. Sonra gözlerimi kırptığım anda birden bire yokolup karanlığa karışıyor.

Beyaz o gün, o anda belki de bana saldırıp beni yiyecekti. Belki diğer langurlar beni gerçekten de ona karşı uyarıyorlardı. Belki de hepsi başka bir tehlikeyi sezmişti ve Beyaz ikimizi de korumaya çalışıyordu sadece... O gün nasıl sona erdi, kim kimin pençesinde can verdi bunu asla bilemeyeceğim, ama hayat devam ediyor işte. Arada sırada su başında toplanan yavru hayvanlara Beyaz’ın öyküsünü anlatıyorum. Bambaşka ormanı, gökkuşağı dereyi ve fulya tilkiyi. Hikayenin sonuna geldiğimde anneleri huysuzlanıyor bazen. Çünkü yavrularımızın yüreğine korku ekmek zorundayız biz, hayatta kalmaları için. Bambaşka ormanı düşlemelerini, bambaşka hayvanları merak etmelerini istemeyiz. Kendimizi günün bu en güzel saatinde birazcık bıraksak, keyfe dalıp dikkatimiz dağılsa büyük bir pençeye av olmamız an meselesi. Çünkü bir anlık bir dalgınlık ormanda ölüm demektir.


Sona ©, Ocak 2009

Hiç yorum yok: