Sayfalar

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

Kargaların Düğünü


Düğün dernek sözkonusu olunca aklıma gelen tek şey ne giyeceğim oldu doğrusu. Ne yapayım elimde değil. Öyle havalı, kadınsı elbiseler giymeyi pek severim sevmesine de, giyecek yer yok ki.. Benim hayatımda yani. O yüzden düğün, nişan, kokteyl, açılış oldu mu pek heyecanlanırım. Bunların hepsi birer sükse fırsatıdır gözümde.

Bir de düğün için hepimiz kalkıp deniz kenarındaki o kasabaya gittik ya daha bir güzel oldu. Yeni yerler görmek gibisi yok. Sis çökmüş kasaba, yıpranmış ama görkemli 2-3 katlı ahşap evleriyle biraz eski vampir filmlerini andırıyordu aslında. Nispeten gotik bir düğün havası vardı diyebilirim. Eh kıyafetleri de ona göre seçmek gerekiyordu.

Kasabaya vardığımda aklımda sadece kıyafetler vardı ne yalan söyleyeyim. Bir arkadaşım da orada düğün vesilesiyle geçici bir dükkan açmıştı anlaşılan. Dükkan dediğim üzeri branda bezlerle kapatılmış, direkler arası bir mekan; askılarda sepetlerde çeşit çeşit kıyafetler, aksesuarlar... İnsan tatildeyken, yahut gündelik hayatının dışında iken diyeyim, daha çok alışveriş yapıyor. Sanki malum gerçeklikten biraz uzaklaşınca kendimize kıyak geçmeyi daha bir hak mı görüyoruz nedir? Belki de tatilin geçiciliğinden. İnsan kendine ancak geçici olarak iyi davranabilir ne de olsa öyle değil mi? Genelde kendimizi kontrol etmeliyiz hepimiz. Kontrol, yani bildiğin eziyet işte. Yemek istediğini yeme, giymek istediğini giyme, gitmek istediğin yere gitme, yapmak istediğini yapma.. Bunun üzerine kurulu hayatımız. İşte bu düzenden tatil matil diye azıcık uzaklaşınca da alırız alırız alırız. Yapamadığımız herşeyin yerine birşeyler alarak yaşarız biz. Kırksekiz çift ayakkabımız olsa gene doymayız.

Dükkana girince benim de biraz gözüm döndü valla dönmedi değil. Hem de tanıdık ya, indirimli de oldu. Kasabanın o sisli puslu acayip havası bana kıyafetler konusunda da ilham verdi. Gerçi evlenecek olan çifti tanımıyordum ama böyle bir yerde evlenmeyi seçtiklerine göre değişik tipler olmalıydılar. Dükkandaki kıyafetler de daha çok siyah, boz, beyaz, krem tonlarında, sanki tüm davetliler mezardan çıkmış havası yaratacak şekilde eskitilmiş dantel, deri gibi kumaşlardan yapılmıştı. Enteresan diye düşündüm, oldukça enteresan. Oldum olası kostümlü partilere de bayılmışımdır. İşte bir taş ve iki kuş birarada, değmeyin keyfime.

Alışverişe öyle dalmışım ki birden büyük bir gümbürtüyle ortalık sarsılınca kendime geliverdim. Elimde kıyafetler kafamda bir korsan şapkasıyla dükkandan fırladım. Kasaba meydanında ahırdan bozma, üç katlı ahşap bir bina vardı. Binanın üçüncü katı tek bir odadan ibaretti. Balkon yerine iki koca kapı direk boşluğa açılıyordu. İçeride oraya buraya koşturan bir takım adamlar gördüm, ortalık toz duman içindeydi. Adamlar kalın halatlara asılmış birşeyleri çekiştiriyorlardı. Dükkanın direklerinden birine yaslanmış olan arkadaşım dahil herkes meydanda toplanmış olan biteni izliyordu. Binanın tepesinden toz, tahta, seramik parçaları dökülüyordu... Bir karga sürüsü binanın kule gibi yükselen üst kısmının etrafında halkalar çizerek uçuşup duruyor, kart sesleriyle bağırıp çağırıyorlardı.

Hooooop biiiiir, hooooop kiiii, hoooop üüüüüç, hooooop döööört derken adamlar kocaman heykel gibi birşeyi binanın tepesine kadar çekip doğrulttular. Siyahlı alacalı bu dev heykeli çevirmek için bile 4-5 kişi gerekiyordu. Sonunda ite kaka çevirip düzelttiler ve meydana bakacak şekilde yerleştirdiler. Farkettim ki kocaman bir ters haçtı bu. Üzerinde siyah çiçekler ve dikenli çalılardan kocaman bir çelenk vardı. Bir de yazı; “Alışveriş aşırı zenginliğe yolaçar. Zenginlik günahtır.” Etrafta olayı izleyenlerden bir mırıltı yükseldi, yani basbayağı satanist düğününe gelmişiz. Ama satanistlerin alışverişe karşı olduğunu daha önce hiç duymamıştım. Ben onları aynı zamanda hedonist biliyordum. E hedonistlerde alışveriş mübah olsa gerek?

Gün geçmiyor ki insanoğlu yeni birşey öğrenmesin. Zenginlik günah mıdır, alışveriş aşırı zenginliğe mi yolaçar, bu gibi düşüncelerle dükkana doğru yürümeye başladım. Galiba aslında düğün falan da yoktu, bu antikapitalist gotik satanistler düpedüz dalga geçmişlerdi bizimle. Elimdeki kıyafetleri dükkana bıraktım. Bir tane krem rengi dantelli elbise vardı, dayanamadım onu aldım, indirim yaptı arkadaşım. Korsan şapkasını da bana hediye etti üstelik. Düğün olayı patlayınca o da kös kös dükkanı toplamaya başlamıştı. Bu alışveriş günahtır lafları falan da biraz moralini bozmuştu sanırım...

Elbisemi giyip, başımda şahane korsan şapkam, sahile doğru yürümeye başladım. Gökyüzü kükürt sarısıydı ve masmavi denizle hoş bir ikili olmuşlardı. Serin bir rüzgar esiyordu, öyle pek denize girilecek hava yoktu doğrusu. Sıra sıra balıkçı kayıkları karaya çekilmişti. Biraz yürüyüp kayıklardan birinin kenarına oturdum. Güneş içimi ısıtıyor, tatlı rüzgar ferahlatıyordu. Ayakta meditasyon yapan kediler gibi gözlerimi kapatıp öylece durdum bir süre...

Gözlerimi açtığımda gayri ihtiyari sağıma baktım, gençten bir çift vardı yanımda. Ama o kadar yakın oturuyorduk ki, ilk geldiğimde nasıl olup da onları görmemiştim anlamadım. Benden sonra gelmiş olabilirler miydi?..

Adam kayığın kenarına oturmuş, kadını kucağına almıştı. Bir süredir orada oldukları belliydi. Muhtemelen ben farkında olmadan yanlarında bitivermiş, teklifsizce burunlarının dibine oturmuştum, bu düğün dernek olayları biraz kafamı bulandırmıştı. Tam şu sahilde azıcık keyif yapacakken de bu tipler yanımda bitivermişti. Daha doğrusu, hatta daha kötüsü, ben onların yanında bitivermiştim.

Görmezlikten geldim, ilgilenmedim. Kalkıp gitsem daha tuhaf olacaktı şimdi. Gözucuyla bakayım derken sanki bu çifti gözüm biryerden ısırıyor gibi geldi. Sonunda çıkardım. Eski işyerlerimden birindeki patronlarımdan biriydi bu, Cevat bey. Cevat Bey ve eşi Handan Hanım. Oldum olası ikisine de hep gıcık olurdum. Bu Cevat Bey gençliğinden beri kendini para kazanmaya, zengin olmaya adamış, çok çalışmış ve bunu başarmış biriydi. Steril, çamaşır suyu kokulu, beş yıldızlı, klimalı bir Türk ailesinin gururlu reisiydi. O bir yana, asıl şirketteki genç sekreterlerden birine karşı tavırları yüzünden sanırım onu hiç affetmeyecektim.

Kızcağız güneyde bir ilimizin ciddiye almadığımız üniversitelerinden birinde okuyor, yurtta kalıyordu. Nasıl olduysa büyük şehirden, yaşça da kendinden büyük birine aşık olmuştu. Otostoplu, aileden kaçmalı bir takım maceralardan sonra okulu bırakıp şehre gelmiş, adam da bunu ortada bırakmıştı. Bir tanıdık vasitasıyla da bizim şirkette sekreter olarak çalışmaya başlamıştı ama çocuktu daha. Daha o zamandan, henüz siyah apartman topuklu botlar ortada yokken hafif gotik bir tipti bu kız. Bunalımlı, kara kara boyanmış gözlerle işe gelirdi. İşte bu Cevat Bey ısrar üzerine işe aldığı kızı hor gördüğü yetmiyormuş gibi onun ortada olmadığı her fırsatta kızın erken uynanan cinselliği, bir erkek uğruna okulu bırakması, sersemliği, ipini koparmışlığı hakkında atıp tutuyordu. Normalde çok temiz bir terminolojisi olan bu beyaz Türk, zavallı 17 yaşında gotik bir kız sözkonusu olduğunda lafını sakınmıyordu. “Orospuluk yapmayı biliyor ama...” Sonunda herkesi kızcağıza karşı doldurup, kızı da her fırsatta ağlatıp delirterek bir anlamda istifa etmesine de önayak olmuştu. Daha doğrusu Cevat Bey’in “sorumsuz, aklı havada” gibi tüm ithamlarını haklı çıkaracak şekilde kız bir sabah işe gelmemiş, ortadan kaybolmuştu. Bir daha da kendisinden haber alınamadı..

Bu olay ne zaman aklıma gelse, Cevat Bey’e olduğu kadar sevimli, melek yüzlü karısı Handan Hanım’a da ifrit olurdum. Bunlar o kadar düzgün insanlar, o kadar düzgün insanlardı ki deli olmamak işten değildi. Bu adam, diyordum, bu kıza bu kadar sinir oluyorsa, bu ahlakçılığın arkasında başka bir numara olmalı. Herhalde Handan Hanım, yardım derneklerinin, kusursuz pedikürlerin, alışveriş merkezlerinin insanı, aynı başarıyı yatakta gösteremiyor olsa gerek. Değil mi ya, başarı? Böylelerine göre tek kriter başarıdır. Başarılı insanlar ve başarısız olanlar. Benim tahminim bu çiftin tüm dünyaya nam salmış birer başarı timsali olmalarına rağmen yatakta, kendi tabirleriyle, başarısız olduklarıydı. Herşeyi çözmüştüm; onlar zengin ama mutsuz insanlardı işte. Aşksız sevgisiz heyecansız. Bütün çocukları Avrupalarda okusalar da, hepsi boş zamanlarında beyazlar giyip tenis oynasalar da, tüm yardım derneklerinin baştacı olsalar da herzaman mutsuz olacaklardı.

Onları görür görmez bütün bu öfke seli dalga dalga birkez daha aklımdan geçti işte... Tekrar gözucuyla baktım, ama hala benim varlığımı farketmemişlerdi. Yanlız bir tuhaflık vardı. Benim bildiğim Cevat bey 50 küsur yaşında bir adamdı. Tamam kendine iyi bakardı, genç ve dinç gösteriyordu herzaman ama bu kadar değil. Karısı da öyle.. O da belli olmayacak kadar kusursuz bir makyaj, fön ve beyazlı kremli elegan kostümleriyle herzaman hoş ve zarifti. Ama şimdi baktığımda basbayağı 20’li 30’lu yaşlarında görünüyorlardı. Baktım ki her zaman hafif balıketi olan Handan Hanım fazla kilolarını atmış, hatta kantarın topuzunu biraz fazla kaçırmış, incecik kalmıştı. Kocasının kucağında adeta küçük bir çocuk gibi duruyordu. Teninde ise açıklayamadığım bir ışıltı vardı.

Birden hatırladım, Handan Hanım bundan birbuçuk yıl önce kansere yakalanmıştı, nasıl da klımdan çıkmış. Duyduğumda üzülmüştüm ben de, ne zaman görsem bana çok nazik davranırdı... Aslında bir kötülüğünü de görmemiş, duymamıştım hiç. Arasam geçmiş olsun desem diye birkaç kez düşünmüştüm, sonra tamamen aklımdan çıkmış... Cevat Bey karısını iyi etmek için elinden geleni yapıyor demişlerdi. Amerikalarda hastaneler, havası temiz dağ kasabalarında dinlenmeler... Ama çalışmayı gene de bırakmamıştı...

Peki bu kasabada ne işleri vardı? Yani bir hastanede, yahut dağ manzaralaı bir villada olmaları gerekmez miydi?.. Şimdi kucak kucağa yanımda duruyorlardı. Dönüp birşeyler söylemeliydim elbette. Merhaba, geçmiş, olsun, şimdi nasılsınız, iyi görünüyorsunuz aslında..

Bir yandan da hiçbirşey söylemek istemiyordum. Orada olmak bile istemiyordum. Ama hiçbirşey söylemeksizin kalkıp gitmek için artık çok geçti. Telefonla aramak gibi değil ki.. Herhalde tanımışlardı da beni, hatırlamışlardı... Ama dünya umurlarında değil gibiydi bir yandan... Sanki beni görmüyorlardı bile.. Buraya neden ve nasıl geldiklerini anlayamıyordum... Sahte satanist düğünüyle, gotikle motikle ne işleri olur ki... Belki de kasabanın havası iyi geliyordu Handan’in hastalığına. Bildiğim şu ki normalde olduğundan 20 yaş genç, taptaze, ve pırıl pırıl görünüyorlardı. Ama bir o kadar da hüzünlü. Handan kızıla çalan saçları, masmavi boncuk gibi gözleriyle küçük bir çocuk gibi oturuyordu Cevat’ın kucağında. Kocasının boynuna sarılmış, arada bir ufka, bazen de önüne bakıyordu. Teninde sanki şeffaf bir pırıltı vardı. Cevat da sesini çıkarmadan oturuyor, bir eliyle karısının küçük ayağını tutuyordu...

Kargaların sesleri dikkatimi dağıttı... Sarı gökyüzünde çığlıklar atarak sürüler halinde sahile pike yapıyorlardı. İleride kumların üzerinde alıp veremedikleri ne var merak etmiştim. Yanlarından kalktığımda Cevat ve Handan beni farketmediler bile. Ayakkabılarımı çıkardım, ıslak kumlar boyunca yürümeye devam ettim.

Sona ©, 13 Temmuz 2008

Hiç yorum yok: