Sayfalar

Pazar, Temmuz 13, 2008

Sabh Kuch Milega

Ormanlarla kaplı bir dağ kasabasındaydık. Bilinmez bir orman yolu uzanıyordu kasabanın bir yanında. Ve bu yol hakkında bilinen tek şey tehlikeli olduğuydu. Yol olduğu yerde duruyordu, gitmediğiniz sürece yollar hep oradadır çünkü...

Bu kasabada artık ne gece ne gündüz vardı, sadece alacakaranlık... İçinde zaman zaman garip renklerin pırıldadığı tekinsiz alacakaranlığı herkes kanıksamıştı. Kasaba meydanında amaçsızca oturuyordu herkes. Yanımda olmasını istediğim tek kişi yanımda olmadığı halde, o yanımdaymış gibi yapabiliyordum enazından. Çünkü onun yokluğu fevkalade somut bir şekilde yanımdaydı. Nereye gitsem benimle geliyordu kerata. Kızmıyordum artık yokluğuna, giderken enazından bu sevimli gölgeyi yanıma bırakmıştı. Görünmez olmasına rağmen ben ona inandığım sürece etrafımızdaki herkes de inanıyordu sanırım, ya da bana çaktırmıyorlardı. Öyle ya da böyle biz artık mutlu bir çifttik, ayrılmıyorduk hiç.

Meydandaki kahvede oturan herkes biraz uykusuzdu sanırım. Gece ve gündüzün gidişinden sonra artık doğru dürüst uyuyamaz olmuşlardı. Herhalde huysuzlukları da bundandı. İtiraf edeyim, ben de huysuzdum biraz. İçimde bir huzursuzluk vardı. Sanırım yol orada durdukça bu huzursuzluk da içimden gitmeyecekti. Gölge bir sevgiliyi varedebiliyordum ama yolu yokedemiyordum işte, o vakitlerde güçlerim biraz sınırlıydı. Güneş enerjisiyle çalışan kimselerin güneşsiz ortamlarda böyle sıkıntıları olabileceğini biliyordum, doktorum bunu yıllar önce söylemişti zaten. Bu da benim hastalığım işte..

Ne var ki teorideki mutluluklar gibi teorideki hastalıklar da pratikte çok daha kuvvetli bir etki yaratıyor. Mesela; elbet birgün şeker dağına çıkacağınızı bilirsiniz, çıktığınızda mutlu olacağınızı da.. Şeker dağını görmeseniz de oranın nasıl bir yer olduğuna dair bir tahmininiz vardır, belki resimlerini görmüşsünüzdür. O zirvede ne kadar mutlu olacağınızı düşlersiniz. Ama bu dağa çıkmış ve inmiş biri olarak söyleyebilirim ki ancak dağın tepesine çıktığınız vakit anlarsınız dağ neymiş, şeker neymiş.. Tatlı ne demek onu ilk kez o gün anlarsınız. Benzer şekilde birgün kedinizin öleceğini de bilirsiniz. Ne kadar üzülüp acı çekeceğinizi düşünürsünüz, nadir de olsa aklınıza gelir bu. Sonra o birgün ölüp gittiğinde kendinizi miyavlarken bulursunuz, kedi ne demek, acı nedir bütün anlamlar değişir. Miyaaaaaaav!...mıv..

Uzatmayayım ben de güneş yokolup yerini o tekinsiz alacakaranlığa bıraktığında güçten düşeceğimi biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum işte. Gene arada sırada sağa sola pırıltılı tozlar atabiliyordum, evet. Ya da bir kapının ardında küçük yıldızcıklar içinde yavru gökkuşaklarına rastladığım oluyordu ama o kadar. O da zaman zaman işte, bazen saatlerce boş bir fincana bakıp ağlıyordum, bir kahve fincanı neden ve nasıl bu kadar boş olabilir diye...

Ben fincana bakıp ağlarken benimkine çok benzer bir bakışı üzerimde hissettim. Gölge sevgilime baktım, ben onunla ilgilenmediğim zamanlarda bilgisayar oyunlarında boşta kalmış karakterler gibi aval aval havalara bakınıyordu. Diğer masalara göz gezdirdim bir bir. Hepsi bu kasabada sanki arafta kalmış gibi görünen, sıkıntılı ama bu duruma da alışmış insanlarla doluydu. “Bu insanlar ne arıyorlar burada” diye düşündüğüm zaman aklıma o kadar fena bir cevap geliyordu ki, korkudan aklım çıkıyordu... Onları buraya ben getirmiştim işte. Hepsi aklımın duygularımın anılarımın içinden çıkıp gelip buraya yerleşmişlerdi sanki.. Ben meseleyi halledene kadar da bir yere gidecekleri yok gibiydi. Yazık ki ben daha meselenin farkında bile değildim.

Düşünmemeye çalıştım bunları, aklımdan uzaklaştırmaya gayret ettim. Bana ne canım kim neden buradaysa burada, beni alakadar etmez ki.. Zaten sakin olmazsam ne meseleyi halledebilirim ne de yolu ortadan kaldırabilirim. Ama her sakin olmaya çalıştığımda tekrar bir korku bastırıyordu ve neden korktuğumu anlamaya çalışırken aslında beni korkutanın hep aynı şey olduğunu farkediyordum. Kim bu insanlar ve ne yapıyorlar bu kasabada? Güneş ne zaman gitti? Hiç gündüz olmayacak mı bir daha? Evet, olmayabilir. Peki bu insanları buraya ben mi getirdim, evet, tamam, belki de hepsi benim aklımın içinde ve buradan kurtulmak için meseleyi halletmem gerekiyor. Ama meselenin ne olduğunu bilmiyorum ki.. “Hayır basbayağı biliyorsun aslında, hatta herkes biliyor meselenin ne olduğunu, mesele sensin...”

Sakin olmalıyım, korkulacak birşey yok. Hepsi tanıdık bunların, hepsi tanıdık. Çaktırmadan bana baksalar da, meselenin, tek sorunun ben olduğumu bilseler de, hepsini aklımdan uydurmuş olsam da hepsi tanıdık işte. Gene sakinleşmeye çalışırken farkediyorum ki üşüyorum aslında, güneş doğmadığından olsa gerek, alacakaranlıktan. Bu şekilde soğuk, korku, kim bunlar, meseleyi hallet, mesele neydi derken fincanı gördüm gene, masanın üzerinde duruyordu öylece. Hah dedim tamam, ben fincana bakıyordum, biri de bana bakıyordu ama kim? Tekrar masaları taramaya başladım ve onu gördüm. Uzaktan öyle bir bakışı vardı ki... Üzerinden kaç yıl geçmiş hala beni suçluyordu belli ki; aynı önünde duran boş bir fincana bakar gibi odaklanamayan gözlerini üzerime dikmişti; “Bir insan neden ve nasıl bu kadar...?” Bunun üzerinde fazla duramadım, üzgünüm ama halletmem gereken meseleler vardı, ne yapalım.

Tekrar gölgeye baktığımda artık o da bana bir fena bakıyormuş gibi gelmeye başladı. Fincanıma bakayım bari dedim, boş fincan olduğu yerde duruyordu. Fincanın dibindeki karanlık uzun yol gitgide derinleşirken hatırladım orman yolunu. Evet bu masadan kalkma zamanı artık gelmişti... Bir süre sessizce oturup bu fikre alışmaya çalıştım; meseleyi boşver, yola git, meseleyi boşver, yola git... Belki de asıl mesele odur, ya da yola giderek halledilebilir. Yani burada bir yol varsa oraya gitmeliyiz öyle değil mi? Ve bu yol hakkında bilinen tek şey tehlikeli olduğuydu. Yol olduğu yerde duruyordu, gitmediğiniz sürece yollar hep oradadır çünkü... Ama gece ve gündüz yokolduğundan beri, ben de güneş enerjisiyle çalıştığımdan, birtürlü gücümü toplayıp ayağa kalkamıyordum. Fakat bu masada durdukça gitgide daha çok korkmaya başlamıştım. Sonunda bir adım attım ve bir de baktım ki ayaktaydım, ayakta olmak ne kelime, yürüyordum bile. O alacakaranlıkta en mutlu bendim şimdi, geriye baktığımda herkes masalarda oturmuş sohbete devam ediyordu. Sessizce uzaklaştım ama muzaffer bir duygu vardı içimde, yapabilirdim, herşeyi. Herşey mümkündür. “Sabh kuch Milega...”

Şarkılar söyleyerek kasaba meydanından orman yoluna doğru ilerledim. Alacakaranlıkta orman çok da güzel görünüyordu aslında. Ağaçlara doğru yaklaştığımda aralarındaki koyu karanlıkta uçuşan rengarenk, incecik kurdeler gördüm. Elimi uzattığımda gıdıklanmış gibi kikirdeyerek dalgalanıp kaçışıyor, etrafa incecik, pırıltılı tozlar saçıyorlardı. Ağaçların içine doğru yürüdüm, kurdelelerin peşine takıldım. Güzel olmasına çok güzellerdi fakat birdenbire kayboldular, kikirdemeler anında kesildi. Ormanın içi daha serindi sanki, içim ürperdi. Geriye dönüp baktığımda yoldan iyice uzaklaşmış olduğumu farkettim. Oysa sadece bir iki adım atmıştım, nasıl bu kadar uzaklaştığımı anlayamadım. Hatta ben olduğum yerde durduğum halde ormandan yola kadar gitgide yuvarlaklaşan bir koridor oluşuyor, ve yol benden uzaklaşmaya devam ediyor gibi geldi. O sırada arkamda o bir hırıltı duydum. Yol artık ağaçlar içinde uzanan yuvarlak koridorun öte yanında resmen hızla benden uzaklaşırken arkamdaki hırıltı da yakınlaşıyordu sanki.. O anda bir çift sapsarı göz gördüm ağaçların içinde ve direk yola doğru koşmaya başladım. Daha önce de görmüştüm bu gözleri ama nerede? Bunları düşünecek vakit yoktu, sadece kaçmalıydım. Nefesim kesilene kadar koştum, koştum koştum... Neyse ki o korkunç hırıltı ve ensemde duyduğum ılık nefes de gitgide uzaklaşmaya başladı. Sonunda yola ulaşıp kenardaki ağaçlardan birinin gölgesine tutundum ve ağaçtan aldığım kuvvetle kendimi yola attım.

Kendime geldiğimde toprağın üstünde yatıyordum. Babam elimi tutuyordu. Yavaş yavaş kendime gelip doğruldum. Babamın çantasındaki termosta sıcak çay vardı. Sırtıma yumuşak bir şal sardı. Bir süre yanyana oturduk.. Beklediğimin aksine fazla konuşma havasında değildi. Onu meraklandırmıştım, ormanlarda kayboldum zannetmişti ama buradaydım işte, iyiydim, herşey yolundaydı. Tatlı tatlı havadan sudan sohbet ettik. Paçalarımdaki kurumuş çamurları silkeledim, spor ayakkabılarımı da getirmişti, onları giydim, beraber yürümeye başladık. “Aslında çok güzel bir kasabaymış bu” dedi babam.

- Ağaçlar falan, orman.. Meydanda bayağı bir oturdum ben de, seni beklerken birşeyler içtim. Baktım bütün arkadaşların da oradaymış, seni görmeye gelmişler.

- Eksik olmasınlar, dedim. Hem onlara da değişiklik olmuştur işte fena mı?

- Haftasonu olmasa zor gelirdim ben de ama iyi ki gelmişim.

Bir süre yürüdükten sonra baktık ki bir noktada yol yıkılmış. Sanki dozerle kesilmiş gibi ağaçların altından aşağıdaki yamaçla birleşmiş, topraktan bir duvar haline gelmiş. Birkaç adımlık parça parça toprak öbekleri dışında basacak yer kalmamış...

Yamacın başında öylece durduk. Bir süre sessizce yola ve birbirimize baktıktan sonra derin bir nefes alıp babama döndüm ve şöyle dedim: “Baba benim devam etmem gerekiyor.” Söyledim, çünkü tamamen böyle hissediyordum ve onun da bunu artık bilmesi gerekiyordu.

-Kızım nereye devam edeceksin, yol yıkılmış işte. Gel önce bi meydanda oturup birer kahve içelim, sonrasını düşünürüz.

Aslında oldukça yorulmuştum ben de, hatta bir gece kasabada kalıp dinlensem diye geçti aklımdan.

- Hem arkadaşların da orada bak, hepsi gelmişler.

Aslında kahve diyince fincandan direk uyanmam lazımdı ama, arkadaşlardan bahseder bahsetmez herşeyi hatırladım tekrar. Yani meseleyi. İçimde derinlerde bir yerde biliyordum, meydana dönüp o masaya oturduğum anda hepsi baştan başlayacaktı. Önce ödüm kopacaktı, ama aslında sadece sıkıntılı bir ortamdı, korkulacak birşey yoktu, herkes tanıdıktı. Kahveyi içecektim, içim ısınacaktı. Malum güneş doğmuyordu, doğmayabilirdi. Fincan boşaldığında içine bakacaktım. Orada gitgide derinleşen bir yol vardı. Bir anda aklımda bir şimşek çaktı:

Ormanın içine doğru yürüdüğümde gördüğüm o hızlanan koridor, bir şekilde fincana bağlı olmalıydı! Kimbilir kaç zamandır, kaç defadır, allah bilir kaç yıldır fincandan ormana, ormandan fincana tükürüp duruyordu beni bu hayat. Mesele mesele diye kafamı yiyordu birileri, “basbayağı biliyorsun aslında, hatta herkes biliyor meselenin ne olduğunu, mesele sensin...” Yok canım! Birden uyandım ki mesele falan yoktu aslında!.. Hahaha! Direk babamın boynuna sarıldım: “Babacığım, canım! Aslında mesele diye birşey yokmuş babam!”

- Ay ilahi, sen buna mı dertlendin? Yok tabi mesele falan, ne meselesi olacak, sen kendi işine gücüne bak, takılma böyle meselelere falan. Önemli olan sağlık.

- Hey bee, ya mesele mesele diye o kadar zamandır aklımı yediler baba.

- Aman boşver olan olmuş artık, üzme kendini. Herşey olacağına varır. Önemli olan mesele değil, mesele olan sağlık. Sen hele önce bir sigortanı hallet sonra kahve içeriz.

Babam acayip acayip konuşuyordu sigorta sağlık mağlık diye ama asıl kahve diyince gene kıllandım, bir tuhaflık vardı. Tam bunu düşünürken bir de baktım ki meğer farketmeden yürümüşüm o arada. Yol olmadığı için de aşağılara inip o toprak öbeklerinden iki tanesine ayaklarımı dayamış, toprak duvara yaslanmışım.. Babam da yolun bittiği kısımda ağaçlardan birine sarılmış, diğer eliyle de bileğimi sıkıca kavramıştı.Yapacak başka birşey yoktu, ilerideki bir başka toprak öbeğine doğru bir adım attım. Nemli ve yumuşaktı ama gene de taşıyordu beni.

-Kızım nereye gidiyorsun, yol yok iz yok, düşeceksin. Gel bir kahve içelim, sigortanı da sonra yaptırırız.

Babamın kavradığı bileğim iyice acımaya, ayaklarımın altındaki nemli toprak da yavaş yavaş aşağıya doğru kaymaya başlamıştı. Ne ara buraya kadar inmiştim hiç anlamadım ama allahtan babam yanımdaydı, yalnız değildim bu ormanda. Fakat geri dönmek istemiyordum hiç, o kasabaya geri dönmem artık sözkonusu değildi. Ölsem daha iyiydi. Ben meseleydi falan diye onunla bununla uğraşırken yol yokolmuştu besbelli. Gitmediğin sürece yollar hep oradadır, ancak gidince yokolurlar zannediyordum ya hani, çok emindim ama basbayağı yanılmıştım.

Artık gidilecek yol yoktu ortada ama umurumda değildi. Babam da gitmemi istemiyordu işte, orada öylece durmuş bileğimden tutuyordu beni. Düşmemi istemiyor ama zar zor taşıyordu belli ki. Başka birşey de yapamıyordu, yapamazdı. Bundan sonra tekbaşıma devam etmeliydim. Ne mesele ne de yol umurumda değildi artık. Herşeyi, hepsini unutmalıydım, kasabayı, arkadaşlarımı, alacakaranlığı, ormanı, hırıldayan hayvanı, hepsini. Hatırlamam gereken sadece birtek şey vardı aslında, tek bir cümleyi asla unutmamam lazımdı. “Sabh kuch Milega...” Herşey mümkündür. Sadece bunu hatırlayıp başka herşeyi unutmam ve boşluğa doğru bir adım atmam lazımdı: Çünkü herşey mümkündür. Mesele diye birşey yoktur ve herşey mümkündür...

Sona ©, 11 Temmuz 2008

Hiç yorum yok: